1: SUNUŞ: Gezgin ve Çintemani
Abu Dabi’den İstanbul’a taşındıktan kısa süre sonra, 2014 yılında başladığım bir kitap yazma projem var.
Biraz otobiyografi, biraz deneme yazısı tarzında, ortaya karışık bir şey. Türkçe ve İngilizce eş zamanlı olarak ilerletiyordum. Yaklaşık 100’er sayfa yazmıştım. Ama aradan geçen on yıldan fazla süre içinde, çevrem de ben de değiştik, metin de biraz eskidi.
Şimdi yeniden ele almaya başladım bu projeyi. Paylaşmaya değer bulduğum bazı kısımları güncelleyip tamamlayayım dedim. Böylece karşınızdayım. Gezgin Çintemani’den sevgilerle…
“Gezgin”
“Anlatılmaz yaşanır” derler, ama yazmak da lazım oluyor… Yazmak, başka türlü anlam verilemeyecek durumlara anlam vermek, bir nevi kendi kendine terapi yapmak, malum.
Yıllarca – yani hayatımın büyük kısmı – şehirden şehire, ülkeden ülkeye, kültürden kültüre ve ruh halinden ruh haline savrulurken, yazdım, kendime notlar aldım.
Paylaşmak da yazmanın ikizi. Birilerine derdimizi anlatmak istiyoruz. O birisi, önce kendimiz oluyor, bazen sadece kendimiz. Sonra da, bazen, başkaları. Dünyaya, uzaya, fikirleri fırlatmak, “haydi rastgele!” diyerek.
Başkaları da yazdığımızı okumaktan keyif alabilir, özdeşleşebilir, faydalanabilir diye. Tarihe ufak da olsa özgün bir not düşmek için. Ya da başkalarının bizi beğenmesi ve anlamasını sağlamak arzusu ile paylaşırız. Günümüzün dijital teknoloji ve sosyal medya ortamında bunları tartışmaya bile gerek kalmadı… Tüm bilgi kirliliği ve aşırı dozuna rağmen, anlamlı şeyleri paylaşma durumumuz bakidir, insanız sonuçta.
Ben çok gezgin bir insanım. Bu her şeyden önce bir diplomat çocuğu olmamdan kaynaklandı. Diplomatik yolculuklar sonra yetişkin hayatımda da devam etti: lisansüstü eğitimi, iş için ‘expat’ olarak yurtdışında yaşam, memlekete kesin dönüş yaptıktan sonra da iş ve sosyal amaçlı yapılan düzenli yolculuklar. Ortaya çıkan, ‘uluslararası bir Türk’.
Gezgin Çintemani kitap denemesinde, diplomat çocuklarından birinin (veya ‘üçüncü kültür çocukları’ diye çevirebileceğimiz ‘third culture kid/ 3CK’lerin) durumunu tuhaf ve komik hikayeleriyle birlikte anlatmaya çalışıyorum.
Diplomat çocuklarının (İngilizce ‘şımarık çocuk’ kelimesinden türetilen ‘diplobrat’ de denirler) durumunu incelemeyi, ilk defa 1996 civarında, yani üniversite zamanı, bir proje olarak düşünmüştüm. Türkler bu konuda bir araştırma yapmış mı derken, Amerikalıların yaptığını öğrendim (tabi ki yapsa yapsa ilk onlar yapar!). Önce ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bir araştırmasını (state.gov’da, linki kaybolmuş), sonra bir antropolog kadının (Ruth Hill Useem) çalışmalarını, sonra da 3CK’lerin kendilerinin yarattığı web portallerini buldum. (Useem’in deyimiyle, 3CK’in en öz tanımı şu: “ebeveynleri ile birlikte başka bir topluma giden çocuklar”.) Buralardaki bilgiler, dünyanın tüm ‘uluslararası çocukları’ için geçerli mi sorusuna, yerel kültürel koşullara göre biraz uyarlanması gerektiği için yüzde yüzde olamaz, ama mutlaka bazı benzer eğilimler oluyor diye yanıt veririm.
Bu hayatın benim için kişisel anlamını özetlemem gerekirse, öncelikle, anne-baba-kızkardeşim ve benim oluşturduğum çekirdek ailenin, çocukluk-gençlik yıllarında, birbirinden kopuk değişik yerlerde birer uzaylı gibi hissettiğimizde birbirimizden aldığımız destek ve dayanışma açısından çok önemli olduğunu söylemeliyim. Yaz tatillerinde geniş ailenin yanında geçen birkaç hafta ise, aksak da olsa “anayurdumuz” ile bağlarımızı sürdürmemizi mümkün kılıyordu.
Sürekli veya düzenli aralıklarla seyahat etmek, yer değiştirmek ve birçok farklı yerde yaşamak, hem müthiş bir hareketlilik ihtiyacı getiriyor, hem de yaşadığınız yerlerde kısa zamanda ‘yerleşmek’ ve ‘oralı olmak’ alışkanlığını ve becerilerini geliştiriyor. Bir nevi bukalemun oluyorsunuz. Uyum sağlamak = hayatta kalmak… Bir yandan da hayatı meydana getiren her anın önemli, değerli olduğunu anladığınız zaman, zor yerlerin geçip gitmesini beklemekten ziyade, hemen oranın tadını çıkarmaya bakmanız gerekiyor.
Daldan dala uçup, kısaca konmak, yine uçmak, uzaklara kaçmak… Bazen çok rahatlatıcı bir özgürlük, bazen de yaşamı ağırlaştıran bir yalnızlık ve kopukluk hissi. Bir nevi ‘ebedi turist’ ve gözlemci olmak.
Bu bizi diplomasi, kültür ve turizm alanlarında meslek edinmeye yatkın kılıyor olsa gerek. Mimarlık, planlama, coğrafya, kültür mirası alanlarında, yer, mekan ve yerküre ile ilişkimiz, sürekli varolan temalar veya alt-metinlerdir. Yerlere ve kültürlere biraz makro ölçekten analitik olarak bakmakla, yerler ve kültürler arası sıkışmışlık hissinizi dağıtma ve hayırlı işlere kanalize etme şansı da bulabiliyorsunuz, bir nebze.
Makro ölçekten bakmak demişken, farklı olaylar ve konular arasında bağlantı kurmak da biz hareketli tipler için zevkli ve doğal bir uğraş olsa gerek. Ben bir ‘genelci’(‘generalist’) olmayı bu yüzden seviyorum herhalde. Bu kitapta da, kendi meslek alanım olan şehir planlama ve kültürel miras koruma konusunu kişisel gözlem, sağduyu ve sezgilere dayanan yorumlarımla ele alıyorum.
“Çintemani”
Böylece kitap başlığının ‘gezgin’ bölümünü anladınız sanırım. ‘Çintemani’ kısmına gelecek olursak, beni uzun zamandır kendine çeken bu simgeyi, Osmanlı sanatı ile ilgili müze, sergi, hediyelik eşya mağazalarında birçoğumuzun görme şansı olduğunu tahmin ediyorum. Ancak ben onu 2001 yılında annemin-babamın evindeki bir yastığın deseninin kopyalayıp koluma dövme olarak yaptırmaya götürdüğümden beri daha da severim. Türk kültürüne özgü bir sanatsal motifi bedenime işleyip yanımda taşımak, belki benliğimize işlemiş kimliklerin bir simgesi olarak anlam buldu.
Çintemani deseninin anlamı, tarihi ve kültürel önemi ile ilgili yıllardır ufak ufak okuduklarımdan bildiklerim var, ama şimdi tekrar birkaç makaleye baktım (Bulut 2018, iznikmavicini.com, Paralı ve Mangır 2024, Wikipedia/cintamani gibi), sonra da ChatGPT’ye soruverdim, şöyle bir özet verdi (Yapay Zeka çağına girdik, neden olmasın, yararlanalım yani değil mi?)
“Çintemani deseni, Türk-İslam sanatında özellikle Osmanlı döneminde yaygınlaşmış, kökeni Orta Asya’ya dayanan kadim bir motiftir. Adı Sanskritçedeki “cintamani” (dilek taşı, uğurlu mücevher) kelimesinden gelir ve güç, kudret, mutluluk, koruma gibi anlamlar taşır. Desen, genellikle üç yuvarlak (üçlü inci veya benek) ile onların yanında ya da arasında yer alan iki dalgalı çizgiden (kaplan postu veya bulut motifi) oluşur. Osmanlı’da 15. yüzyıldan itibaren saray kaftanlarında, çinilerde, kitap süslemelerinde ve tekstilde kullanılmış; padişahın kudretini, bilgelik ve adaletini simgeleyen bir hükümdarlık alameti haline gelmiştir. Hem kozmik güçleri hem de dünyevi iktidarı yansıttığı için, Çintemani motifi “Osmanlı gücünün sembolü” olarak da kabul edilir.”
Çintemani’nin Doğudan gelip Anadolu’da Batılılaşması hikayesini, Türk sanatı bünyesinde bir kimlik olarak benimsemek, bana çok iyi geliyor. Ben de Batılı bir Doğuluyum; Dünya vatandaşı bir Türk’üm. Hem milliyetçi ve vatanperver, memleketsever, topluma duyarlı olma gayretlerim, hem de özgür, her yeri kapsayan, hem her yere ait olup hem de hiçbir yere ait olmayan bir yapım var. Böyle tanımlayalım. Biz, kendimizi nasıl tanımlarsak oyuz, öyle değil mi?
* * * *